25 Nisan 2014 Cuma

9. gün / 08 nisan salı
OHRİ-DEBRE(KOCACIK)-GOSTİVAR-KALKANDELEN-ÜSKÜP
Bu sabah önce nerdeyse insansız Ohri çarşısında dolandıktan ve Zeynel Abidin ve Alipaşa camilerini gördükten sonra Çınar'ın karşısındaki nihayet bi'zahmet açılan  café'de omletli, türk çaylı kahvaltımızı ettik; sonrasında sıradışı bir güzergah belirleyip Struga'dan kuzeye doğru solumuzda yer yer 2000 m'yi aşan ve Arnavutluk sınırına teğet geçen Jablanica sıradağları, sağımızda ise Kara Drin ırmağı olmak üzere harika manzaralar eşliğinde önce Debre'ye, ardından da zorlu bir yoldan Kocacık köyüne ulaştık. Şu dikkatsizliğime bakın ki biz Struga'da iken Şairler Köprüsü altından akan ırmağın akış yönünü gözden kaçırmışım. Haritaya bakınca Ohri gölüne aktığı düşünülebilecek ırmak gerçekte Ohri gölünden kuzeye doğru akıyor. Bu yüzden kilometrelerce uzayıp giden baraj gölünün bendinin yönü başlangıçta kafamızı karıştırdıysa da sonradan her şey anlaşıldı.
Kocacık'ta biz Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'nin köyüne geldik derken burasının "Centar Zhupa" olduğunu, anı evininin ise 10 km daha ileride olduğunu öğrendik; ama kararlıydık, gittik ve mekanı bulduk. Gerek ilk köyde gerek Kocacık'ta hemen herkesin türkçe konuştuğunu görmek/duymak bizi çok duygulandırdı.
TİKA'nın yapımını üstlendiği Kocacık'taki Ali Rıza Bey Anı Evi


Kocacık'tan sonra Mavrorvo ulusal parkı ve Gostivar üzerinden Kalkandelen'e vardık. Makedoncada Tetovo dedikleri bu şehirde ilk işimiz ünlü Harabati Baba Tekkesi'ni ziyaret oldu. 16.yy'da Malatya'dan gelip tekkeyi dergah haline sokmuş Harabati Baba beni zaten yeterince meraklandırmıştı. Burada tekkedeki dervişten, onlarca dönüm mülkü olan bektaşi tekkesinin günümüzde sünni bir grup tarafından oldu bittiyle ele geçirilmeye çalışıldığını öğrendik. Her hal ü karda şu andaki belirsizlik ortamının bu güzelim mekanın lehine bir gelişme olmadığı kesin ve bu yazıklanılacak bir durum.
Daha sonra Kalkandelen'deki sıradışı mimarili ve dış-iç bezemesiyle öne çıkan Alaca camiyi ( namıdiğer Süslü cami) gezdik. Şehir çok güzel ve kendinizi bir Anadolu kentinde sanabilirsiniz. Bir börekçide 160,- dinara [8,- tl] karnımızı doyurduk, sonra da kentin ortasından geçen Pena ırmağı kıyısında bir açık hava kahvesinde tıpkı bizdeki gibi ince belli bardaklarda türk çayımızı içtik.
Şimdi hedefimizde Makedonya başkenti Üsküp var. Gecikmeden giriyoruz kente ve her zaman yaptığımız gibi aracımızı bir yere park edip konaklama yeri derdine düşüyoruz. Doğru yerde olmadığımız kesin ancak yardımlarını istediğimiz türkçe konuşan Üsküplü kızlar erinmeyip bizi otellerin ard arda sıralandığı Çarşı bölgesine kadar getirmek nezaketini gösterdiler; biz de burada türkçe konuşan nazik müdürü Bilgin Bey'in bizi gözeten cazip önerisiyle iki geceliğine Sultan otele yerleşiyoruz. Artık bir klasiğimiz olan "akşam üzeri şehir turu"muzu gerçekleştirip otele dönüyoruz. Yarın tam gün Üsküp.

10. gün / 09 nisan çarşamba
ÜSKÜP
Hemen söyliyeyim, Makedon başkentinde geçirdiğimiz iki günde bağımsızlığıını kazanalı topu topu 20 yıl olmuş ülkenin yöneticilerinin abartılı, yer yer de gülünç bir kök(en) arayışı içinde olduklarını görmek bizi şaşırttı. 542 yıllık osmanlı-islam geçmişini handiyse görmezden gelip Makedonyalı Filip, Büyük İskender, Jüstinianus ve ordan geçerek Goce Delcev gibi 19. yy sonu Makedon özgürlüğünün kahramanlarının heykel, anı ve anıtları. Buna bir de 1910'da Gonca Boyacı adıyla Osmanlı tebası olarak Üsküp'te doğan ve rahibe Tereza adıyla ve hint yurttaşı olarak 87 yaşında Kalküta'da ölen Makedonya'nın en ünlü evladını!? ekleyin [the most famous person and Nobel Prize winner from Macedonia]. Breh breh.. Şimdi, kente hakim Vodna dağının tepesindeki 68 metre yükseklikte milenyum haçının sebebi daha anlaşılır oluyor. Kentin tarihi dokusunu oluşturan ve gerçekten de çok yakışan Türk dönemini bilinçli bir şekilde hariç tutup, öyküsü bir şekilde bu ülkeyle şöyle bir kesişmiş her kişi, olay ya da tarihsel durumu kullanmak istemişler. Böylece de Taşköprü ve Vardar nehri kuzeyindeki alçakgönüllü ve vakur Osmanlı kentiyle güneydeki Makedonya meydanıyla başlayıp öylece devam eden kitsch [rüküş] modernlik! tuhaf bir zıtlık oluşturmuş. 

  

Uliça Evliya Çelebiya, Üsküp'te "Evliya Çelebi Sokağı", ne güzel!



Üsküp'e hasrettiğimiz bu gün kentte nerdeyse görmedik yer bırakmadık. Kale, çarşı, Bursa ve Edirne'dekileri aratmayacak güzellikte camiler, hanlar, hamamlar, köprüler... ve sonra heykeller, heykeller. Açlığımızı bastırmak için mimlediğimiz iki adresten Kapan Han girişindeki Turist restoranı seçtik (diğerinin adı Destan); denemek istediğimiz iki yemekse güveçte kuru fasulye ile, kebap yani köfte. İkisi de başarılıydı, memnun ayrıldık.
Günün sonunda aracımızla Vodna tepesindeki dev Haç'a giden teleferiğin yanından geçip Aziz Pantelemon kilisesine kadar gittik; açık bulsak sürpriz olurdu, mamafi dıştan görünüşü ve seçildiği mekanla zaten yeterince etkileyiciydi. Dönüşte Üsküp'te son gezintimizi gerçekleştirip otelimize geçtik.

11. gün / 10 nisan perşembe
ÜSKÜP-PRİŞTİNA (OBİLİÇ)-PRİZREN-DECANİ-İPEK-ROZAJE-NOVİ PAZAR
Bugün programımız yoğun ve üstelik de bir-kaç sınır geçeceğimiz için erkence yola çıktık. Çok geçmeden Kosova sınırına vardık; burada araç ve belgeleriyle ilgili şu ana dek sorunsuz giden işlemler açısından bir pürüz çıktı. Adamlar nazik bir dille aracın uluslararası sigorta evrakının Kosova'yı kapsamadığını (tersi de vakiymiş) bu durumun Kosova'nın halen belirlenememiş statüsü dolayısıyla olduğunu izah edince ikna olup en kısa süre tarifesinden 30,- avro ödeyerek belgemizi aldık ve Kosova'ya "merhaba" dedik. İlk menzilimiz başkent Priştine olmakla beraber buraya geliş amacımız, kentin hemen kuzey-batısındaki Obiliç'te Sultan Murat Hüdavendigar türbesini ve hemen aynı yerdeki 1389 Kosova muharebe meydanını görmek. Savaşı muzaffer bitirmiş padişahın savaş alanında inceleme yaptığı esnada Obiliç adında bir Sırp tarafından hançerlenerek öldürülmüş olması onca zaman sonra bile insanın içini acıtıyor.
Sultan Murad'ın iç organlarının gömülü olduğu türbesi. Bedeninin gömülü olduğu türbe ise Bursa Çekirge'de

Şimdi hedefimizde Prizren var ve zaman kaybetmeksizin Kosova'nın en güzel kentine doğru yol alıyoruz. Gerçekten güzel ve bizden bir kent. Bistrika çayı üzerinde köprüler, Osmanlı şehirciliğinin iyi becerdiği kent dokusuyla barışık, onu taçlandıran cami: Sinanpaşa camisi. Öğleyin Şadırvan semtinde Besimi-Beska et lokantasında yediğimiz yemek tartışmasız bu tur boyunca yediğimiz en iyi ilk üç arasına girdi. Ben Prizren'in Beyti'si dedim burası için, üstelik dört kişi toplam sadece 25,- avro ödedik.


Gün henüz bitmedi, İpek'e giden yol üzerinde Kfor askerlerinin koruması altında, pasaportlarımızı girişteki askerlere teslim ederek gezdiğimiz Sırp kilisesi Decani de bir başka sürpriz. Unesco listesinde yer alan ve 1327-35 yıllarında zamanın Sırp kralı Stefan Decanski'nin yaptırdığı bu manastır kilisesi adı geçen kralın ahşap lahdini [sanduka?] de barındırıyor. Aynı dönemden gene ahşap bir vaaz kürsüsü de ana kilisede görülebiliyor. Gözden kaçmayan bir ayrıntı da sütun başlıkları üzerindeki insan, kuş ve mitolojik hayvan figürleri idi.
İpek şehri de çarşısı, Bayraklı camisi (namıdiğer Çarşı camisi) ve diğer yapılarıyla bizi sarmaladı. Mehmet Akif'in babası "İpekli Tahir Efendi" de lakabından anlaşılacağı üzere bu kentte doğmuş. Birer çay-kahve içip Karadağ sınırına yöneldik. Bir not: Sırbistan hükümeti halen Kosova'yı kendi toprağı gibi gördüğünden pasaportlarımızda Kosova denen ülkenin damgasıyla Sırp sınırına gitsek "Bu Kosova da ne menem bir yer, biz tanımıyoruz" deyip reddedeceğinden biz zorunlu olarak Karadağ'a şöyle bir girip orada Sırbistan Cumhuriyeti'ne geçeceğiz. İpek'i terk ettikten çok değil 15 km sonra dağa tırmanmaya başladık; şaka gibi bir şey: önce yağmur, sonra tipi ve ardından kar. Doğrusu programı hazırlarken gözümüzden kaçmış bir ayrıntı. İki ülke sınırını oluşturan ve zirvesi 2400 m'de olan dağın silueti gözümüzün önünde 1710 m rakımlı geçitten geçip Karadağ'a vardık ve orada da aynı manzara devam etti. Defalarca durup resim çektik.


Akşam alacası çökmeye yakın tur güzergahımızdaki 7. ülkeye, Sırbistan'a girdik. Son gece konaklaması için ben Novi Pazar'ı özellikle seçmiştim: yazgının cilvesi olarak müslüman Sancak'ın en önemli kenti, nüfusunun nerdeyse tamamı  boşnak olan Yeni Pazar ortodoks-hıristiyan ağırlıklı bu ülkede kalmış, dolayısıyla Belgrad'la ilişkisi sorunlu. Hem kente geç girişimizden olmalı hem de belki şanssızlığımızdan bu son gece iyi bir otel bulamadık, dolayısıyla "bir zamanlar maziye bak.." görünümünde Vrbak otele razı olduk.

12. gün / 11 nisan cuma
NOVİ PAZAR-NOVA VAROŞ-VİŞEGRAD-SARAYBOSNA-İSTANBUL
Sabahleyin yağmur yağıyordu, üstelik uçağa binecek olmamızın da dürtmesiyle Mirsad Türkcan ve dahi ülkemizi ülkesi bilmiş bi'dolu insanın kökeninin dayandığı bu kenti aracımızla turlayıp dümeni Bosna-Hersek'e döndürdük. NovaVaroş'tan itibaren dünkü karlı-tipili hava bizi yeniden yokladı. Bu günün gözdesi Vişegrad'da ünlü Drina köprüsü. İlginç bir raslantıyla başlangıç ve bitiş noktası olan Saraybosna'yı saymazsak bir köprüyle [Mostar] başlayan turumuz bir diğeriyle noktalanmış oluyor. Yola çıkmadan İvo Andriç'in (kendisine Nobel kazandıran) ünlü Drina Köprüsü'nü okumuştuk; dolayısıyla tarihsel arkaplanı havsalamızda olarak köprüyü belleğimize nakşettik.

Köprü üzerinde kasaba halkından herkesin bir anısının olduğu köşe. İvo Andriç
Saraybosna'ya döndük ve başlangıçta zaman yetersizliğinden gezemediğimiz Umut tüneli ile ziyaretlerimizi noktaladık. 1992-95 yıllarında sırp kuşatması altındaki Saraybosnalılar için hayati rol oynamış 800 m uzunluğundaki tünelin şimdi 25 m'lik kısmı ziyarete açık; yürek burkan bir ziyaret ama sırp hunharlığını hatırlamak ve unutmamak bakımından önemli.
Time oto kiralama şirketinden genç Samir'e aracı havaalanında sorunsuz şekilde teslim ettik, son boşnak KM'lerimizle birşeyler içtik ve cumayı cumartesine bağlayan saatlerde Atatürk havalimanından evimize döndük.

22 Nisan 2014 Salı

5.gün / 04 nisan cuma
DUBROVNİK-HERCEG NOVI-KOTOR-ÇETİNYE-BUDVA
Bu sabah erkence bir saatte yola koyulduk ve Dubrovnik çıkışında ve uzaktan Dubrovnik'i gören Cavtat'ta kısa bir sabah yürüyüşü yaptık. Huzur veren bir belde, keşki daha çok kalabilseydik. Yolumuza devamla Hırvat-Karadağ sınırına, Karasovici kapısına ulaştık. İşlemler gene hızlı ve hemen ötede ilk Karadağ kenti Herceg Novi'deyiz [Yeni Hersek]. Aracımızı üst kısmında saat kulesi yer alan tarihi kapıya yakın bir parkyerine bıraktıktan sonra sözü geçen kapıdan geçip eski şehirde yürüyüşümüze başladık. Harika bir meydan, güzel mimarili sırp ortodoks kilisesi, yanıbaşında bir  café. Eh, artık Karadağ'da ilk kahvenin hem zamanı hem zemini oluştu. Üstelik para bozdurma derdi de yok çünkü Karadağ istisnai olarak AB üyesi olmadığı halde avroyu ulusal para birimi yapmış tek ülke.. diyecektim ki sonradan benzer uygulamayı Kosova'da da gördük.
Kent planında demin andığım saat kulesi "sahat kula" şeklinde yer almış, bir de kalenin orada"kanlı kula" var ki görmeye yeltendik ancak girişi kapalı idi. Şu meşhur! sezon burada da henüz açılmamış anlaşılan.
Aracımıza döndüğümüzde kurnaz park görevlisi genç elinde 5,- avroluk bir ceza makbuzuyla çıkageldi. Efendim, girişte fiş alsaymışız park ücreti 60 sentmiş, ama olmayınca cezalıymış. Oradaki ingilizce bilir bir hatun kişi cezayı ödemememizi, bir sorun olmayacağını söyleyince biz de parkçıya "anan güzel mi?" de(me)yip yolumuza devam ettik.
Kotor körfezi girişinde solda yer alan Herceg Novi'den içerlere doğru 15 km kadar gidince feribotla Kotor'a kestirmeden gitmek vardı ama biz hep kıyı boyunca ilerlemeyi yeğledik. Gerçekten güzel manzaralar var..

Ve sonra bir yanı deniz, bir yanı ırmak ve arkasında kalesinin yükseldiği dağ ile Kotor... al sana bir "stari grad" daha.. Dubrovnik'in Karadağ şubesi. Unesco listesinde yer alan şehre Batı deniz kapısından girerken gördüğüm turizm danışmadan bir kent planı istiyorum. Genç ilgili milliyetimi soruyor ve "Türk" der demez elime türkçe bir Kotor planı tutuşturuyor; doğrusu takdire şayan bir çaba. Kapılar, kilise ve manastırlar, soyluların sarayları, kamu binaları görülecek yerler. Meydandaki Aziz Trifon katedrali ilgimizi çekti; kapıdaki görevlilerin kokartımıza binaen buyurun demeleriyle gezmeye başlayınca öğrendik ki kilisenin adına adandığı Trifon Anadolu kökenli bir aziz kişiymiş. 3. yy ortalarında İznik'te şehid edilmiş. 9. yy başında ise rölikleri bu şehre getirilmiş ve ilkin mezaryeri sonra kilise inşa edilmiş. Nereden nereye..
Bu tarihi atmosferi daha fazla solumak için meydanda Picerija "Sara" nam restoranda açlığımızı [illa da susuzluğumuzu] giderdik. Uygar bir ortamda, bir günah işliyormuş hissine kapılmadan birasını yudumlamak gerçekten büyük keyif, (v)ah memleketim (v)ah.
Yola tekrar koyulup bu kez dağ yollarından Kotor'un ve körfezdeki diğer yerleşimlerin kah görünüp kah kaybolduğu manzaralar eşliğınde Lovcen geçidine tırmandık. Lovcen dağı ve çevresi bir ulusal park ve Karadağlıların gözünde nerdeyse mistik bir dağ; zirvesi 1749 metrede. Biz de geçidi aşıp Çetinye yönüne dönünce birden kendimizi dağ havası, manzarası ve evleri ortamında bulduk.
Karadağ'ın tarihsel başkenti Çetinye ufacık bir şehir; dön dolaş gene bana gel hesabı. Kral Nikolas'ın saray yavrusunu yeniden elden geçiriyorlar. Bir de yayalaştırılmış uzunca bir caddesi var ki biz de açıkhavada bir şeyler içip yola revan olduk. Budva'yı fazla bekletmemek lazım.
Budva'ya varışta ilk bir-iki deneme konaklama yeri konusunda tatminkar çıkmadı. Ya çok berbat ve ucuz odalar ya da paraya kıyıp otelde kalma seçeneğini tartışırken son anda hem ucuz, hem de temiz mi temiz tam aradığımız gibi iki oda bulduk, dolayısıyla Allah dedik. 
Bu arada bu seyahat boyunca"boş oda" anlamına, ülkesine göre apartment, apartmani, sobe hatta soba yazıldığını görmek bizi epey eğlendirdi.
Akşam yürüyüşümüzü Budva merkeze, liman ve eski şehir yönüne yaptık. Odada çay-kahve ve wi-fi kolaylığı ve güzel bir uyku.

6. gün / 05 nisan cumartesi
BUDVA-ÜLGÜN-İŞKODRA-KRUYE-TİRAN
Sabahleyin bu kez aracımızla Budva'da turlayıp bir-kaç km ilerideki meşhur Sveti Stefan adasını farklı açılardan resimleyip kıyı boyunca ilerleyen yoldan Ülgün'e vardık. 
Adını Karadağlının Ulcinj, burada sayıca çoğunlukta olan Arnavutlarınsa Ulqin diye dillendirdiği Arnavutluk'tan önceki sonuncu Karadağ liman şehrini keşfetmek bizim için sürpriz oldu. Bizi şaşırtan sayıda cami gördük ve kaleden limana kadar yürüdük; deniz çoşkundu ve çok güzeldi.
Bu turun tamamında göreceğimiz yedi ülkeden dördüncüsüne geldik bile. Muriqan kapısı sonrası ilk Arnavutluk şehri İşkodra'dayız. Beklentimiz büyüktü ne yazık ki yoğun yağan yağmur bizi istediğimizi yapmaktan alıkoydu. Balkan savaşlarında Osmanlının altı aylık kuşatmaya direndiği ve en son terk ettiği kent. Rozafa kalesini ancak eteğinden, aracımızdan şöyle bir inerek görmekle yetindik. Tiran yolunda önceden özellikle mimlediğim "en büyük arnavut!?" İskenderbeg'in kendisine üs seçtiği Kruye'ye saptık. Etrafındaki ovaya hakim konumuyla etkileyici bir müstahkem mevki. Türkçe de konuşan müze müdürünün ilgisiyle hem Ulusal Etnografya müzesini hem de İskenderbeg anısına kurulmuş müzeyi bize özel olarak gösterilen bölümleriyle gezdik. Bunlar kadar ilginç olan ise bu tarihi mekanda manzaralı Bardhi restaurant'da gözümüze ve midemize bir ziyafet olan yemeği afiyetle yemek oldu. Bilgi için yemeğin maliyeti 5560,- lek, yani 115,-tl

Tiran'a varışta bir kez daha şansımız yaver gitti ve ünlü İskenderbeg meydanına yakın iyicene bir otel bulduk. Üstelik ciddi bir araç park sorununun olduğunu gözlemlediğimiz şehirde otelin park yeri de var, daha ne istenir ki? Otele yerleştikten sonra Tiran merkezde uzunca bir çevreyi tanıma turu attık, bu cümleden olarak Ethembey camisi, Saat kulesi, İskenderbeg meydanı ve heykeli bizim Ankara-Ulustakiler misillu Enver Hoca döneminde yapılmış resmi devlet binaları.

7. gün / 06 nisan pazar
TİRAN-DIRAÇ-BERAT-ELBASAN-LIBRAZHD
Sabahleyin otelin işletmecisi olduğu café'de kahvaltıdan ve meydanı çevreleyen ilginç bir kiliseye göz attıktan sonra Ulusal müzeyi etraflıca gezdik, bilgilendik. Sonrasında Arnavutluk'un Adriyatik kıyısındaki en büyük limanı ve Tiran'a sadece 37 km uzaklıktaki Dıraç'a yöneldik. Roma döneminde İstanbul'dan Roma'ya giden yolun Adriyatiği geçmezden önceki son durağı olan şehirde hem roma-bizans hem de osmanlı döneminden ilginç kalıntılar var. Bizim orada bulunduğumuz pazar günü fazladan bir de Türk sporcuların da katıldığı Balkan yarı maratonu vardı. Amfitiyatro'da türkçe konuşan yerel rehber Elmas ile [Esmeralda] söyleştik, ardından Venedik kulesini, şehir surlarıın ve limanı gördük. Burası Adriyatiğe elveda diyeceğimiz yer ama ne yazık ki deniz pislik dolu.
Yolumuz Unesco listesinde yer alan Berat şehrine doğru. Aslında bu bölgede ilginç bir-kaç arkeolojik örenyeri de var ama zaman sınırlı. Çiseleyen yağmur altında Berat'a varır varmaz aracımızın  çıkabildiği yere dek çıkıp sonrasında yürüyerek (inat ve ısrarla) zirveye yürüyüşümüzü devam ettiriyoruz. Bizim kapanmadan kavuşmaya çalıştığımız Azize Meryem kilisesi içindeki Onufri ikona müzesi meğer pazar günleri erkence kapanıyormuş. Sağlık olsun deyip, usul usul akan yağmur altında biz de usul usul iniyoruz.Osum ırmağı üzerinde kurulu 1777 tarihli Gorica Osmanlı köprüsünü ve tarihi evleri inceliyoruz.


Berat'tan yeniden Tiran'a dönüyormuş gibi Rogozhine sapağına kadar gelip oradan dar ve başlangıçta gerçekten cesaret kırıcı bir yoldan Elbasan'a varıyoruz. Niyetimiz şu ana kadar bastırdığımız açlığımızı elbasan tavayla gidermek; kısmet olmadı. Kime sorduysak restaurantların kent dışında olduğunu, merkezde açık bir yer bulamayacağımızı söyledi. Biz de oldukça albenili bu şehirde yürüyüşümüzü gerçekleştirip Ohri yolu 20. km'de Vila Zeneli'ye yöneldik. Bir yolüstü lokantası ama bir-kaç odası da var. Yemek güzel ve makul fiyata olunca biz de geceleyin yol yapıp Ohri'ye (öngördüğümüz gibi) bu akşamdam varmaktansa yarın sabah gündüz gözüyle manzarayı da görerek gitmenin daha isabetli olacağına karar vererek oda fiyatlarını sorduk; komik sayılacak bir rakam duyunca da [iki kişilik oda 20,- avro] Zeneli'de kaldık.

8.gün / 07 nisan pazartesi
LIBRAZHD-STRUGA-OHRİ-RESNE-MANASTIR-OHRİ
Harika manzaralı yollardan geçerek Kafasan kapısından Makedonya'ya girdik. Solumuzda 2000 metreyi aşan dağlar, sağımızda Ohri gölü. İlk durağımız Struga; 1966'dan beri düzenlenen Şiir Akşamları'nın kenti. Biz de Şairler Köprüsü'nden başlayarak şehri dolaşıyoruz. Yeni bir ülke yeni para birimi, burada işimiz dinarla olacak . [1,- tl=20,- dinar]. Gölü izleyerek 15 dakikada Ohri'ye varıyoruz. Kale girişinde aracımızı bırakıp Yukarı Kapı'dan uzunca sürecek yürüyüşlü gezimizi başlatıyoruz. Periblebtos Tanrının Anası kilisesi iç bezeme olarak tamamen bizans ikonografisini yineleyen fresklerin yer aldığı küçük bir kilise; bir an kendimi Kariye'de sandım. Ardından, şimdilerde gün yüzüne çıkarmaya çalıştıkları antik tiyatro. Sonra Aya Sofya kilisesi ki tıpkı İstanbul'daki gibi Osmanlı döneminde camiye dönüştürülmüş. İstanbul ve Selanik'ten gelmiş ustaların yaptığı (11.yy) fresklerin bir kısmı görülebiliyor. Biz buradan sonra kısmen göl içine ahşap kazıklar üstüne yapılmış yolu izleyerek Makedonya'da en çok resmi çekilen anıt olarak geçen "Kaneo'da İncilci Yuhanna" kilisesine gittik. Oradan dönüşte bu gece konaklayacağımız kısmen göl manzaralı odalarımızı bulmak da doğrusu bizi rahatlattı [gecelik oda başına 20,- avro].
Ohri'de yazları bir festivalin de düzenlendiği meydana geldiğimizde şehrin azizleri Naum, Kleman ile Kiril ve Metodius kardeşlerin koca heykellerinin meydanı süslediğini gördük. Güney slavlarının dillerinde aziz anlamına sveti sözcüğünü kullandıklarını da burada belirtelim.
Günün programı yoğun olunca daha çok oyalanmadan Resne'ye doğru yola koyulduk. Uzayıp giden elma bahçelerinden sonra ulaştığımız kentte Resneli Niyazi Bey evini ve o dönem İttihat ve Terakki binası olarak yapılmış, şimdilerdeyse adı Kültür Evi olup kimseye yar olmadığı anlaşılan kunt binayı gördük. Yemek için bize önerilen lokanta kalabalık bir grup beklediği için servis yap(a)mayınca gecikmeden Manastır yolunu tuttuk. Yakın tarihimizde ve folklorumuzda yer etmiş gerçekten bizden olan bir şehir, Manastır nam-ı diğer Bitola. Osmanlı döneminde Hamidiye caddesi diye adlandırılmişken şimdilerde Şirok sokak denilen ünlü yayalaştırılmiş caddeden alelacele Mustafa Kemal'in de okuduğu Manastır Askeri İdadisi binasına ulaştık ve bir bölümü Atatürk Anı Odası'na dönüştürülmüş müzeyi kapanmadan gönlümüzce gezdik.

Karnımız gerçekten zil çalıyor ve Şirok Sokak'ın da tadını çıkarmak gerek, dolayısıyla Muzaffer'in adını bir yerden not ettiği Leo Restoran'ın kapısından girdik; emin bir kaynak salık vermiş meğer, gayet güzel doyduk.

"Manastır'ın Ortasında Var Bir Çeşme"
Şimdi Ohri'ye dönüş zamanı ve bu öğlenden sonra yaptığımız 75 km yolu bu kez tersine yapacağız. Hadi kolay gelsin

9. gün / 08 nisan salı
OHRİ-DEBRE (KOCACIK)-GOSTİVAR-KALKANDELEN-ÜSKÜP










1. gün / 31 mart 2014 pazartesi
İSTANBUL-SARAYBOSNA
Sabahleyin erken uçuşla [IST 07:05-07:55 SJJ] Saraybosna havaalanına indik. Katılımcılar: ben Fakir Mehmet Tahir ve hanımım Sevgi ile kadim dostum Muzaffer Tanrıkulu ve hanımı Emel.
Havaalanından şehirde konaklayacağımız Halvat otele taksi ile ulaştık; burada önceden beri kendisiyle yazıştığım sempatik Valida Hanımla tanıştık. Valizlerimizi bırakıp Valida Hanımın ikramı çay/kahve molasından sonra yürüyüşlü şehir turumuza başladık. Bu tur çerçevesinde sırasıyla: Aliya İzzetbegoviç'in mezarının da bulunduğu Kovaci mezarlığı, Alifakovac mezarlığı, Şehitlikler, Vratnik üzerinden Kale,


inişte Vijecnica (eski belediye sarayı), Milyaka ırmağı boyunca köprüler, ünlü Sebil, Başçarşı, Brusa Bezistan [Saraybosna müzesi], Gazi Hüsrevbey Külliyesi, İsa'nın Kutsal Kalbi Katedrali [dışarıdan], Ferhadiya caddesi, Alipaşa camisi, Eşkenazi havrası, Latin köprüsü, İmparator camisi ve haziresi gördüğümüz bellibaşlı yerler oldu. Keza gezintimiz esnasında bir zamanlar Galatasaray'da top koşturan ve bu takıma olan aşkını dükkanının girişindeki koca G.S. bayrağıyla yansıtan Tarık Hodzic'le de karşılaştık, kendisiyle sohbet ettik.
Öğlen yemeği için tercihimizi öyküsüyle öne çıkan İnat Evi'nden yana kullandık. Yerel tatlar olarak cevapi (köfte) ve sarajevski sahanı denedik. Hepi topu 4 kişiyiz ama yemekleri beğenenimiz de oldu beğenmeyenimiz de.. Akşamleyin Başçarşı civarında yeniden bir yürüyüşle gündüz gözümüzden kaçan Morica Han'ı gezdik
Sabah oldukça erken kalkmış olmanın ve dahi yorucu bir gün geçirmenin doğal sonucu günü erken noktalayıp toplam beş odalı Halvat butik otelde istirahate çekildik.

2. gün / 01 nisan salı
SARAYBOSNA-MOSTAR-BLAGAY-POÇİTEL-ŞİBENİK
Dinlenmiş ve güçlerimizi toplamış olarak otelde harika bir kahvaltıdan sonra Valida Hn aracılığıyla Time rent-a-car'dan günlük 25,- avrodan kiraladığımız Ford Focus'umuzla on gün sonra aynı yerde iade koşuluyla Saraybosna'dan ayrıldık. Mostar'da elbette köprüden gayrı şeyler de var ve biz epeyce turladık kenti ama ne var ki burada en kayda değer şey meşhur "eski köprü" yani "stari most", şehrin adı da zaten köprüden geliyor. İlkini (Mimar Hayreddin, 1566) ve sonuncusunu (1993'te hırvatlarca yıkılışından sonra, 2002-03) inşa etmiş uygarlığın temsilcileri olarak köprünün altında, üstünde, sağında-solunda bolca vakit geçirdik.

Mostar'da gördüğümüz diğer ilginç yapılar arasında Neretva ırmağına ve köprüye hakim konumuyla Koski Mehmet Paşa Camisi  ve Karadozbey camileri özellikle anılmaya değer.
Hırvatistan'a doğru yol alırken ilkin Blagay'da, Buna nehrinin kaynağının [vrelo bune] hemen yanıbaşındaki Sarı Saltuk türbesini (ya da girişteki panoya bakılırsa Alperenler tekkesi)  ziyaret ettik; ardından suyun kaynağını gören bir noktada, Hladovina adlı tesiste alabalıklı bir ziyafet bizi bekliyordu.

Yolumuza devamla Poçitel'e vardık. Bize biraz terkedilmiş gibi geldi. Yaslandığı dağın doruğundaki kalesi ve aşağıda nazlı nazlı akan Neretva arasında konumlanmış taş evleri (Gavrankaptanoviç evi gibi), han-hamam kompleksi, hele de  Şişman İbrahimpaşa camisi ile bu son osmanlı köyü?! tıpkı bir film dekoru gibi. Bu dekorda kahvelerimizi yudumladıktan sonra daha  fazla gecikmeden geceleme için düşündüğümüz Hırvatistan'ın Adriyatik kıyısındaki Şibenik'e doğru yola koyulduk. Ljubski'den sonra Mali Prolog kapısından hiç zorluk çekmeden artık bir AB ülkesi olan Hırvatistan topraklarına girdik. Tabii, bu vesileyle yeri gelmişken biz beyler hanımlarımız sayesinde sahip olduğumuz yeşil pasaportlar için değerbilir tavrımızı bir kez daha ifade etmiş olalım. Sınırı geçtikten sonra başlayan otoyolu izleyerek günbatımından önce menzili maksudumuza vardık. Şibenik bizim yarın sabahtan başlayarak beş gün boyunca kıyıdan kıyıdan Arnavutluk'un Dıraç liman kentine kadar kat edeceğimiz 600 km'yi aşkın güzergahın kuzey-batı ucunda konumlanıyor.
Bu turu kurgularken, Saraybosna'daki ilk gece dışında diğer yerler için konaklama rezervasyonu yapmanın pek akıllıca olmayacağını düşünüp gün gün gittiğimiz her yeni kente varışta konaklama sorununu çözeriz demiştik ki isabet etmişiz. Kısa bir arama-taramadan sonra tonton bir çiftin evinde sezonun ilk müşterileri olarak iki odayı bulduk bile. Yerleştikten sonra yaklaşık iki saat kadar liman ve Aziz Jak katedrali etrafında gelişmiş eski şehrin daracık sokaklarında gezindik. Yayalaştırılmış ortaçağ dokulu sokaklarda oldukça hareketli uygar bir yaşam görmek doğrusu bizi etkiledi; iyi ki gezintiyi sabaha bırakmamışız. 

3. gün / 02 nisan çarşamba
ŞİBENİK-PRİMOSTEN-TROGİR-SPLİT-DUBROVNİK
Sabahleyin Unesco listesinde yer alan katedrali ayrıntılarıyla görmek ve kahvaltı etmek üzere yeniden geldik, ne ki kent uyuyordu. Gotik-rönesans üslupta taş işçiliğiyle öne çıkan yapıyı yakından inceleyip bir-kaç resim çektikten sonra açlığımızı da orada yatıştırmayı umarak Primosten'e yöneldik. Bir zamanlar ada iken şimdi kara ile birleşmiş çok şirin bir tatilci beldesi, henüz sezonu açmamış adanın etrafını turlayıp nihayet kahvaltımızı da yapmış olarak sıradaki Trogir yolunu tutuyoruz.
Trogir tarihsel kent dokusuyla öne çıkan güzel bir yer, yine de ben Unesco'nun listesine almak için fazla cömert davrandığını düşündüm. Buradan bu kez gerçekten hakkıyla listeye girmiş olan Split'e yöneldik. Başkent Zagreb'in ardından ülkenin ikinci büyük şehri ve Dalmaçya bölgesinin yönetim merkezi olan Split'te hedefimiz devasa Dioklesiyen Sarayı. Girişte yanlışlıkla Saray etrafında kurulu pazaryerine aracımızla daldık ama Muzaffer'in sabırlı ve mahir yönetiminde bu girdaptan çıkıp bir otoparkta derin nefes aldık. 39 dönüm üzerine kurulu ve halihazırki şehrin de nüvesini oluşturan Saray Split yakınlarında doğmuş olan Dioklesiyen amcanın emeklilik günlerini geçirmek üzere yaptırdığı, kabrini de barındıran bir kompleks. Kabrinin üzerinde daha sonra bir katedral yükselmiş. Sarayı gören meydanda ufak yollu bir kayıntıdan sonra günün son durağı Dubrovnik'e doğru yola çıktık. Yol uzun, hemen yanıbaşından geçip gitmek haksızlık olur diye Makarska'da biraz oyalandık. Sonrasında yolun dağa tırmandığı noktada Neretva deltası narenciye bahçeleri ve ilginç sulama kanallarıyla tadına doyulmaz bir manzara oluşturuyor. Dubrovnik'e gitmek için  Bosna-Hersek'in denize açılan yegane şehri Neum'a 15 km'lik bir gir-çık yapmak gerekiyor; biz de öyle yaptık.
Sonunda bu yolculuğun parlayan yıldızı Dubrovnik'e bizi götürecek modern köprüye ulaştık; doğrusu arkada Gruz limanıyla güzel resim veriyor bu ilginç köprü. Dubrovnik'in etrafını kuşatan surlara biraz kala kiralık oda ilanlarının bollaştığı bir noktada aracımızı bir kenara çekip gene kısa bir sürede iki geceleme yapacağımız dairemizi bulduk: Nane apartmanı  www.dubrovnik-online.com/apartment_nane

4.gün / 3 nisan perşembe
DUBROVNİK
Dairemizin terasında güzel bir kahvaltıdan sonra tüm gün Dubrovnik gezisi: Muzaffer kardeşim ve ben rehber kimliğimizle ücretsiz, hanımlarımız içinse kişi başı 70,- kune [yaklaşık 27,-tl] ödeyerek tarihi şehirde 4 ayrı müzeyi  [Rektörler Sarayı'nda kültürel-tarih müzesi, St. John kalesinde Deniz müzesi, eski Tahıl Ambarı'nda Etnografya müzesi ve Sanal Dubrovnik müzesi] gezdik. Bu müzelerden ayrı olarak suriçi bütün kent tam bir açıkhava müzesi zaten.
Öğlen yemeği için seçtiğimiz iyicene bir Pizzeria'da ise 4 kişi toplam 158,- kune [yani 61,-tl] ödedik ki en pahalı olacağını düşündüğümüz ülke için oldukça makul, hatta ucuz sayılır. Günün sonunda aracımızı alarak tarihi şehrin dışında kalan Gruz limanı ve turistik otellerin bulunduğu bol yeşillikli Babin Kuk ve Lapad bölgelerini dolaştık. Tatlı bir yorgunlukla dairemize döndük. Terasta bira keyfinin tam zamanı..
5.gün / 4 nisan cuma
DUBROVNİK-KOTOR-ÇETİNYE-BUDVA